Hayatımda 2 yıl geçirdiğim çok yer oldu. Üniversite’deki 5 yılımın herhangi ikisi, çocukluğumdan seçmece bir iki yıl, anne olduğum ilk iki yıl… Her biri ya kendisi zaten mihenk taşı olarak yer aldı geçmişimde ya da içinde gerçekten büyük dönüm noktaları taşıyan zamanlardı.
Şimdi, bugün, Küçükyalı E-5’in kenarındaki Doğtaş’tan iki sokak aşağıya gelip eve kurulan, ordan da tırlar ve depolardan geçip popomun altında, Hamburg’da benimle olan su yeşili koltuk takımımızdan yazıyorum bu yazıyı.
Eşyalara olmasa da anılara, insanlara ve mekanlara gönülden bağlı biriyim. Bu salona koltuğu şöyle mi koysak yoksa böyle mi daha iyi olur diyeli 2 yıl geçmiş. 1 Mayıs 2017’den beri Hamburg’da ikamet ediyorum ve kendi kişisel hikayemde çok önemli yeri olan günlerden geçiyorum. 2 yıldır, uzuuun uzuun göçüyorum. Göçen bilir. Evi taşımadan çok önce başlıyor göç. Eş dosta veda yemeklerine gitmelerle kendini gösteriyor. Son bir alışverişler, tarhanamı da alayım, çocuk azıcık daha dayısını görsün gitmedenlerle devam ediyor. Kimisi büyük haberi sona saklayıp pat diye haber edip hop diye göçüyor kimisi aylarca o geçişi bitiremiyor.
Bana gelirsek, eskiyi okuyanlar bilir ki, Ela henüz 3 aylık olmamış, her akşam morarana kadar ağlayan bir küçük patates iken geldi gündeme göçme fikri. 2017 Şubat ayında hayatımda ilk kez Hamburg’a ayak bastım. Sonrasında birkaç gelişle ev bakarken her Türkiye dönüşünde aileye ve arkadaş çevresine daha ağır bir hava çöküyordu. Herkes bizim için en iyisini diliyor, aman gidin ülkede kalacak hal mı kaldı diyor neşe ve cesaret vermeye çalışıyordu. Ama her baş başa görüşmede bambaşka haller üzerimizdeydi. Kimisi ‘hep demiştiniz, demek gidiyorsunuz’ dedi. Kimisi, bebek bakmak zordur, el kadar bebekle gidiyorsun, yolun açık olsun deyip sarıldı. Kimisi küçük göçmen çakallıkları tüyoları verdi, kimisi peyniri nasıl lokum kutusunda ülkeye sokacağımızı anlattı, kimi ohh euro kazanacaksınız dedi =) Herkesle nasıl bir bağımız varsa herkesle de öyle ayr bir vedamız oldu. Bazıları göçtüğümüzü görmezden geldi, yüreği kaldırmadı. İstanbul gibi, hep gider gelirsiniz, hem orada parklar bahçeler çok güzelmiş, Ela’ma yarasın dedi.
Ne diyordum? 2 yıldır, uzuuun uzuun göçüyorum. Göçen bilir. Evi taşımadan çok önce başlıyor göç demiştim. Evet, öyle. Ve bitmiyor sanırım. Her ayı, her haftası yeniliklere gebe. 30 yıldır yaşadığın, huyunu suyunu şekillendiren kabuktan çıkmak, yeni bir kabuk bağlayana kadar zaman alıyor. Ben daha yolun çok başındayım ama tıpkı bebeklerin yeni doğandan 2 yaş bebesine dönüşene kadar her an büyümesi gibi göçün de en çok hissedildiği, en fazla bilgi ve tecrübe ile yüklendiğin yılları doğal olarak ilk yılları. 4 yıllık ve 5 yıllık göçmen arasında fark yok gibi, 10 yıllıkla 15 yıllık neredeyse aynı bilgiye sahip. Oysa 1 günlük göçmen ile 1 aylık göçmen, onunla 1 yıllık göçmen arasında dağlar kadar fark var.
Bu yüzden, tam da elimde her birkaç haftada bir büyüme atağına giren minicik bir bebek varken, ben de adım adım göçtüm. Tıpkı elimde büyüyen Ela gibi, kendimin de elinden tuttum, bir başka ülkede 28 yaşına gelmiş halimi alıp yeni bir ülkede adım adım yürümeyi öğrettim. Uzun uzun göçtüm, hala da göçüyorum.
Göçen bilir. İlk günler tatil gibidir. Sonra birden bir bulutlu günde ya da kuzenlerin buluştuğunda, arkadaşların toplandığı bir masada yerin olmadığını gördüğünde, ya da en sevdiğin, en değer verdiğin insan telefonu ilk aramanda açmayıp içine bir endişe düştüğünde oturur bakakalırsın. Kimisi ağlıyor, kimisi delideli yürüyüşler yapıyor, kimisi kendini ev temizliğine veriyor. Ben hem ağladım, hem yürüdüm. Elimdeki bebek öğlen uykusunu uyurken, çok kez ağlayarak yürüdüm.
Peki pişman mıydım? Hayır. Neden ağlıyordum o zaman? Sadece zorlanıyordum. Seve seve, isteyerek geldiğim bir ülkede kök salmak için önce minicik tohumumun çatlaması gerekiyordu, acıtıyordu tabii, göz yaşlarım can suyum oldu kendime. Dönmek değil, alışmak istedi kalbim. O da çokça zaman istiyordu. Hayatta her şey ha deyince olsun isteyen tez canlı biri için adeta bir kamp gibiydi bu göç işi.
Hiçbir anım yoktu burada, ben duygularıyla ve insanlarla yaşayan, öyle can bulan bir insanım. Önce anılar biriktirmem gerekecekti. Bunu bilmek ama hızlandıramamak hem zor hem de güzeldi. Hayatımda koşturmak zorunda olmayı bırak, koşturamadığım bir evredeydim artık. Çoğu zaman hoşuma giden, büyümek için bana bir fırsat sunan bu ağır çekim yaşam bazen de burama kadar geliyordu.
Bebeğin bir an önce büyüsün, uyusun, yürüsün istesen de öyle olmaz ya hani. Acıya acıya o dişler tek tek çıkar. Bazen iki azı bir köpek dişi birden gelir. Göç işte tam da öyle bir şey. Hiçbir şeyi iteleyip acele ettiremediğin. Meyvenin olgunlaşması gibi, bebelerin büyümesi, bitkilere suyun yürümesi gibi sadece zamanı gelince olabilen şeyler zinciri.
Bir de değişen şeyler var, tek tek alışman gereken. İstesen de bir gecede alıştım diyemeyeceğin ya da bin kez Avrupa’ya seyahat etmiş olsan da, vücudunun o seyahatleri saymayacağı konular var. Mesela göçünce, vücuduna dönüp, ”Sevgili bedenim, alışık olduğun enlem ve boylamda değilsin, hava değişimleri, kararmayan gökyüzü ya da kışın hiç alışık olmadığın sıcaklıklar seni sarsacak. Ben zihnin olarak sana her birini macera gibi görmen ve keşfederken keyif alman için yardımcı olacağım ama sen yine de çok bithap düşeceksin” diyeceksin.
Saçların musluktan akan suyla anlaşana kadar, mahallede her gün tanıdık yüzler gördüğünü hissedene, bir insanın tekinsiz olup olmadığını az çok anlamayı çözene kadar, markette doğru ürünü seçmeyi, kreşe çocuğu doğru giydirip göndermeyi, doğru mesafe için doğru tren biletini almayı ya da metroda söylenen bir anonsu anlamayı çözerken hep göçüyorsun.
Göç ne zaman biter bilmiyorum. Burada tanıdığım çok Türk ve yabancı göçmen var. Bloglar, forumlar göç hikayesi ile dolu. Bazı insanların kökü derine inmiyor, ne kendi memleketinde ne yeni topraklarda, alışması kolay duruyor, daha hafif, daha ferah hissediyorlar(mış). Kendileri söylediler. Sonra böyle hissedenlerden biriyle uzun uzun konuşma şansım oldu. Bu derine inmeyen kökler yüzünden burada da derine inemediğini, uyum sorunu yaşamasa da kök salmış hissedemediğini söylemişti. Ben de tam o sırada içimden kendime teşhisi koydum: uzun kök sendromu.
Benim çok ve sağlam köküm yoktur, şu hayatta gözüm kapalı tutunduğum birkaç insan vardır. Onlarla da ilişkim zamansız ve mekansız. Ama çok derine uzattığım, bu yüzden de bam telimi titreten köklerim var. Şimdi, yeni yaşadığım yerde daha yüzeyde köklerle yaşamayı öğrenmeye çalışıyorum. Göç, çok derine kök salmayı denediğinde bazen yüz güldürmeyebiliyor. Denemek, inanmak, sevgi ve anlayışla kalbi açmak gerekiyor. Bir yandan duygusal bir ihtiyaçla kök salarken bir yandan pragmatist yaklaşıp sadece hayatın devamını sağlayacak sığ olay ve kişilere de o an içinde katlanmak ya da razı olmak gerekebiliyor. Zaman, mükemmel bir biçimde işini yapıp eleğinden göçeni ve göçü geçiriyor. Zamanla gerçek dostluklar, anılar, sevmediğini ve sevdiğini bildiklerin beliriyor. İşte benim için bu kevgirden geçme hali sanırım göçün 2. yılında çokça sonuçlandı. İlk yıl ne ektiysem ikinci yıl onu biçtim, dersler çıkardım. Aferin kız dedim, ah Zennu bu öyle mi yapılırmış bak öğrendin şimdi dedim… 2. yıl, benim için serim, düğüm, çözüm dolu, net bir film oldu.
Bugün, artık marketi, hastaneyi, aile hekimini, memleketten birine davetiye göndermeyi, toplu taşımayı, sağlık sigortasını, tabacı ve Türk göçmen gruplarında çevre edinmeyi, sosyal hayata karışmayı, Ela’nın arkadaşları ve aileleriyle dengede kalmayı öğrenmiş bir haldeyim. Başarı puanı verecek değilim kendime. Sadece, bu konular yaşandı ve geçti. Ela dişlerini çıkardı, tamamladı, konuşmayı söktü, zorlandı, yürüdü. Ben de bu 2 senede hem Ela gibi bir bebeğe annelik etmenin keyfini ve keşfini sürdüm, hem de kendim bir bebek gibi adım adım bu göçte büyüdüm.
Yeni bölüm, göçün 3. yılı benim için dil, kariyer, iş, yol haritası demek. Ela’dan, eşimden, dostumdan, hayatımdan yana kaygılarım yok. Kendimle dolu, kendime emek vermem gereken yeni bir yıl başlıyor önümde. Seneye bu zamanlar bilgisayarı kucağıma alıp içmden geleni dökeyim dediğimde umarım kendine güvenini geri kazanmış, maddi ve manevi istediği noktaya varmış, bedenine ve zihnine hak ettiği özeni gösteren, işinde iyi, evinde mutlu, Türkiye’deki köklerine ve sevdiklerine sık sık dokunabilmiş bir Ezgi olur karşımda.
Şimdi, derin bir nefes alıp bilgisayarı bırakıyorum. Yarın kurs var. Almanca ödevlerimi yaparak 3. yıla gerçekçi bir giriş yapmadan önce, hazır Ela da uyumuşken Netflix’e gelen komikli ve hafif bir Türk filmi izleyip göçmeye devam edeyim.
Buraya kadar okuyan herkese benden bir kahve. ❤
Sevgiler,
28.04.2019 – Hamburg
Selamlar instagramda yoksunuz bir şey mi oldu acaba , umarım iyisinizdir..dönmeyecek misiniz ? 😣
BeğenBeğen
Ne hoş bir yazı olmuş🌸
BeğenLiked by 1 kişi